İMO Yönetim Kurulu Başkanı Nusret Suna: Depremle yaşamayı öğrenmeliyiz
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Nusret Suna depremlere karşı alınması gereken önlemler hakkında Birgün Gazetesinin sorularını yanıtladı.
Eklenme Tarihi: 09/02/2025
Türkiye, her büyük depremden sonra aynı sahnelere tanıklık ediyor;
can kayıpları, yıkılmış kentler ve bir süre sonra unutulan sözler…
Depremin bir doğa olayı olduğu doğru ancak yaşanan yıkımın ve kayıpların
sorumlusu da açık; önlem almayan siyasi iktidar, halkın can güvenliğini gözetmeyen, bilimi değil rantı önceleyen sistem.
6
Şubat 2023’te meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremler,
Türkiye’nin yapı stokunun ne kadar güvensiz olduğunu bir kez daha
gösterdi. On binlerce insan yaşamını yitirdi, milyonlarcası evsiz kaldı.
Ancak gelinen noktada, ne mevcut yapı stokunun ciddi bir şekilde elden
geçirilmesi sağlandı ne de deprem
riskine karşı bütüncül bir önlem alındı. Bugün hâlâ milyonlarca insan,
depremde saniyeler içinde yıkılabilecek binalarda yaşamaya devam ediyor.
Öte yandan, Ege’de
son günlerde artan sismik hareketlilik ve Santorini’deki yanardağ
hareketliliği, yeni bir felaketin kapıda olup olmadığı sorusunu gündeme
getirdi. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Yönetim Kurulu Başkanı
Nusret Suna ile depreme hazırlık konusunda hangi noktada olduğumuzu,
yapı stokunun durumunu ve alınmayan önlemlerin yaratacağı yeni
felaketleri konuştuk.
25 yıldır depreme karşı önlem
alınması gerektiği söyleniyor ancak her büyük depremde aynı yıkımla
karşılaşıyoruz. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye’nin depreme hazırlık
durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
1999 depremi bir
milat olmalıydı, ama olmadı. Eğer gerçekten milat olarak kabul etmiş
olsaydık, birtakım önlemleri almış olsaydık, akabindeki Van depremi,
Elazığ depremi, İzmir depremi ve 6 Şubat depremlerinde bu kadar çok acı
yaşamazdık. Bu kadar büyük yıkım ve kayıplar olmazdı.
2023’ten bu
yana geçen 2 yıl içinde de bakarsak, yine her şey eskisi gibi. Hiçbir
şey değişmiyor. İlk anda, depremin sıcaklığıyla, herkeste duyarlılık üst
seviyedeydi. Ancak günler ilerledikçe bu ilgi ve alaka azalıyor. Kamu
yönetimine ve yerel yönetimlere baktığımızda da gözle görülür bir
çalışma yok, iyileşme yok. Bazı illerimizin ve ilçelerimizin ufak tefek bina envanter çalışmaları var. Ama bunların da sonuca etkisi yok. Çünkü halkla paylaşılmıyor.
ACİL MÜDAHALE ŞART
Bina
envanter çalışmalarının kapsamlı bir dönüşüm planına dönüşmesi
noktasında nasıl bir eksiklik söz konusu? Sürecin nasıl ilerlemesi
gerekiyor?
Şu an yapılan bina envanter çalışmalarında, binaların risk
durumları belirleniyor. Ancak bunlar belirlendikten sonra öylece
kalıyor. Oysa buradaki esas hedefimiz, 99 depreminden sonra tüm
Türkiye’deki yapı stokunun envanterlerinin çıkarılması, risk
sıralamasının belirlenmesi ve en riskli olanlardan başlayarak bir
planlama yapılarak uzun vadeli bir dönüşüm gerçekleştirilmesiydi.
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi birkaç yıl önce 30 bin civarında binayı taradı ve
bunun sonucunda 300 küsur adet binanın aniden yıkılabileceği tespit
edildi. Bu sadece 30 bin binada çıkan sonuç. Oysa İstanbul’da 1 milyon
200 bin civarında yapı stoku var. Hal böyleyken, demek ki kendi kendine
yıkılabilecek veya depremin ilk anlarında yıkılabilecek olan binaların
hızla tespit edilmesi ve müdahale edilmesi lazım.
Peki ya kentsel dönüşüm? Bu süreç sağlıklı işliyor mu?
Kentsel
dönüşüm adı altında yapılan çalışmaların büyük bölümü, deprem riskini
azaltmak yerine rant odaklı projelere dönüştü. 2012 yılında yürürlüğe
giren kentsel dönüşüm yasası, aslında iyi niyetle başlatıldı. Ancak biz o
günlerde bunun tamamen bir rantsal dönüşüme dönüşeceğini söylemiştik.
Nitekim öyle de oldu. Bunu bizzat ilgili bakanlar da itiraf etti: “Evet,
hatalı yaptık, bu bir rantsal dönüşüm oldu” dediler.
Başta arazi
değeri yüksek ve deprem riski düşük olan bölgelerde yenileme çalışmaları
yapıldı. Ama sıra gerçekten deprem riski taşıyan alanlara gelince bu
dönüşüm ya hiç yapılmadı ya da geciktirildi. Çeperlere doğru gidildiği
vakit, ilgi ve alaka görmedi. Son 4-5 yıldır ülkede yaşanan ekonomik
kriz de bu süreci daha da baltaladı. Vatandaş geçimini sağlamak için
uğraşırken, evine ekmek getirmeye çalışırken evinin depreme karşı
güçlendirilmesi için bütçe ayıramıyor. Bu yüzden merkezî ve yerel
yönetimlerin halkı destekleyici mekanizmalar oluşturması gerekiyor.
EGE’DE RİSK GÜNDEMDE
Peki, Ege’deki son depremler ve Santorini’deki yanardağ hareketliliği Türkiye için nasıl bir risk oluşturuyor?
Ege’deki
bu deprem hareketliliği, Kuzey Anadolu Fay hattı dediğimiz ve
Marmara’da, İstanbul’da beklenen depremi tetikler mi, orası meçhul. Bu
iki bölge farklı fay hatları üzerinde. Dolayısıyla doğrudan bir bağlantı
kurmak çok mümkün değil. Ancak Ege Denizi’nde meydana gelebilecek bir
yanardağ patlamasının kıyılarımızı etkileyeceği kesin.
Ayrıca tsunami
riski de gündemde. Tarihe baktığımızda, 1500’lü yıllarda, 3.500 yıl
önce benzer olayların yaşandığını görüyoruz. Olası bir yanardağ
patlaması sırasında, Ege kıyılarımız ve Akdeniz’in bir bölümünde ciddi
bir tsunami tehlikesi olabilir. Bunun için de şimdiden önlem almamız
lazım.
Son olarak, depreme karşı dirençli kentler oluşturmak için öncelikli olarak hangi adımların atılması gerekiyor?
Türkiye
topraklarının yüzde 92’si, nüfusunun ise yüzde 95’i deprem kuşağı
üzerinde. Onun için bizim depremle yaşamayı öğrenmemiz lazım. Önceden
tedbirleri alıp, can kaybını minimize edecek şekilde çalışmalara bir an
evvel başlamalıyız. Bu çalışmalar da kısa erimli çalışmalar değil.
Rakamlara baktığımız zaman İstanbul’da 1 milyon 200 bin, Türkiye
genelinde 20 milyon yapı stokumuz var diyoruz. Bunlar küçük rakamlar
değil. Ne kadar erken başlarsak, o kadar vatandaşımızın can güvenliğini
sağlamış oluruz. Geç kaldık. 99’dan bu yana 25 yıl geçti ve hâlâ tam
tedbirler alınmadı. Fakat yine de ümidimizi kesmiyoruz ve bir an evvel
çalışmaların başlanıp yol alınması gerektiğini söylüyoruz.